İbn Battuta – Denizli (Ladik, Donuzlu)

… Oradan Karâağâç yoluyla ayrıldık. Karâ, Türk dilinde esved [=siyah] demek; ağâç ise haşeb [=odun] demektir. Burası yeşil bir alandır. Türkmenlerin yerleştiği sahalardandır. Bu ovada Cermiyân [=Germiyan] obaları yol kesicilik ettiğinden, bizim Lâdik’e [=Denizli] sağ salim ulaşmamızı sağlamak için sultan yanımıza cengâverler katmıştı. Cermiyânoğullarının Yezîd b. Muâviye soyundan oldukları söylentisi yaygın! Kütahya onlara aittir. Allah onların şerrinden bizi korusun.


Böylece Lâdik’e vardık. Buraya Dûngûzla da [=Doñuzlu, Domuzlu, Denizli] deniliyor. Bu kelime ”Beldetü’l-Hanâzîr” [=domuz diyarı] anlamına geliyor. Burası bölgenin en güzel, en büyükşehirlerinden biridir. Cuma namazının kılındığı yedi büyük câmii, bağ ve bahçeleri, düzenli akan çayları, memba suları ve şirin çarşıları var.

Burada dünyada eşi benzeri olmayan altın işlemeli pamuk elbiseler dokunur. Yöre pamuğunun kaliteli oluşu ve iyi eğirilmesi uzun süre dayanmasını sağlıyor. Bu kumaşlar buranın adıyla [Ladikî, Dûngûzlî şeklinde] tanınmıştır.

Şehirde Hristiyan nüfusun çokluğu nedeniyle bu işi yapanların ekseriyeti Rum kadınlarından oluşuyor. Bunlar sultana cizye ve benzeri adlarla vergiler veriyorlar. Rum erkekleri, beyaz veya kırmızı renkteki uzun külâhları, kadınları da başlarına doladıkları koca koca sargılarla tanınırlar.

Bu yörenin halkı hattâ bütün yöre ahalisi, çirkin davranışları ayıplamıyor. Kadınlar elde ettikleri kazançların bir miktarını sahiplerine veriyor. Hattâ güzel Rum kadınlarının erkeklerle birlikte hamamlarda çekinmeden eğlendiklerini, günaha daldıklarını işittim. Bana anlatılanlara göre yöre kadısının bile hamamlarda böyle “çalışan” cariyeleri varmış!

Misafirperverlikte Yarış ve Ahı Tekkesinde Konaklama

Şehre girdiğimiz zaman çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan bazı insanların hayvanlarımızı çevirerek dizginlerine sarıldıklarını gördük. Aniden başka bir grup çıkıp onları durdurdu ve çekişmeye başladılar. Aralarındaki münakaşa uzayınca bazıları hançerlerini çekip ötekilere saldırmaya kalkıştı. Konuşuyorlar ama hiçbir şey anlamıyorduk. Korkmaya başladık. Bu adamların yol kesen eşkıya Cermiyânlılar olduğu kuşkusuyla kaygılandık. Öyle ya, şehir onlara aitti. Malımıza, canımıza kastetmiş olabilirlerdi. Sonra Hak Teâlâ bize Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam gönderdi. Ona sorduk, bunlar ne istiyor diye. Şöyle cevap verdi: ”Bu adamlar yiğit ahılardır!” Bizimle ilk karşılaşanlar Ahı Sinân’ın adamları, sonradan onları durduranlar ise Ahı Tûmân’ın gençleriymiş.

Her iki taraf da bizim kendi yanlarında konuk olmamızı istiyorlar, bu yüzden çekişiyorlarmış. Gösterdikleri yüksek misafirperverliğe şaşmamak mümkün değil! Sonunda işi kur’a çekmek suretiyle hallettiler, barıştılar. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine konuk olmamıza karar verildi. Kur’a, Ahı Sinân’ın takımına düştü. Sinân bunu haber alınca kendi yoldaşlarından bir grupla bizi karşıladı. Beraberce onun tekkesine gittik. Hemen yiyecek sundular. Dinlendikten sonra Ahı Sinân bizi hamama götürdü. Benim bütün hizmetimi o görmüştür. Öteki yoldaşlarından üçü-dördü de bir arkadaşımın hizmetini üzerlerine almışlardı. Hamamdan çıkınca tekrar büyük bir sofra kurdular. Çeşitli meyveler, tatlılar, ikram ettiler. Yemekten sonra Kur’an-ı Kerim’den bazı bölümler okuyan hafızları dinledik. Arkasından hepsi “semâ” etmeye başladı. Gelişimizin haberi hükümdara bildirildi. Ertesi akşam bizimle görüşmek istedi; aşağıda anlatacağımız gibi onu ve oğlunu ziyaret amacıyla konağına gittik.Tekkeye döndüğümüz zaman Ahı Tûmân ile yoldaşlarını karşımızda bulduk, bizi bekliyorlardı. Onlarla birlikte kendi tekkelerine gittik. Ötekiler gibi yemek verdiler, hamama götürdüler, hamamdan çıktığımızda bizlere gülsuyu ikram ettiler! Böylece tekkeye geldik. Yine ötekiler gibi meyve, tatlı venefis yiyecekler ikram ettiler. Ziyafetten sonra Kur’an’dan bazı bölümler okundu, raks ve “semâ”edildi. Onların tekkelerinde de bir süre kaldık.

Lâdik [=Denizli] Sultanı

Lâdik hükümdarı, Anadolu’nun ileri gelen beylerinden Sultan Yenenc [=Yınanç] Bey’dir. Ahı Sinân’ın tekkesinde konakladığımız vakit bu adam yanımıza erdemli bilgin Fakih Alâeddîn Kastamûnî’yi göndermiş, sayımızca da at yollamıştı. Ramazan ayıydı. Huzuruna giderek kendisine selâm verdik. Bu ülke beylerinin âdetleri arasında yolculara ilgi göstermek, onlarla tatlı dilli konuşmak, ufak-tefek hediyeler vermek vardır. Bu yüzden akşam namazını sultanla beraber kıldık.Yemek hazırlanmıştı. Beraber iftar ettikten sonra yanından ayrıldık. Bize biraz para verdi. Sonra oğlu Murâd Bey bizimle tanışmak istedi. Bu genç, meyvelerin henüz eriştiği o günlerde şehir dışında bir bağda ikamet ediyordu. Babasının yaptığı gibi o da sayımızca at göndererek çağırdı bizi. Onun bağına gittik, geceyi orada geçirdik. Yanında bulunan bir fakih ikimiz arasında tercümanlık yaptı. Ertesi sabah da oradan ayrıldık.

Mübarek Ramazan Bayramı’nı bu beldede karşıladık. Câmiye gittiğimizde baktık ki sultan askerleriyle arz-ı endam eylemiş, ahı yiğitlerden oluşan zanaat erbabı davul-zurna ve borularıyla, kendi mesleklerini gösteren bayraklarıyla hazırlanmışlar, tepeden tırnağa silâh kuşanarak ihtişam yarışına girmişlerdi. Her sanat erbabı yanında getirdiği koyun, öküz ve ekmek yüklerini taşıyor; mezarlıkta kestikleri kurbanları ekmekle beraber fakir fukaraya dağıtıyorlardı. Bayram alayı burada kabristandan başlamaktadır. Oradan namaz kılınan yere gidilir. Namazı kıldıktan sonra sultanla beraber konağına gittik. Yemek hazırlandı. Fıkıh bilginleri, şeyhler ve ahılar için ayrı bir sofra; yoksullar, düşkünler için başka bir sofra kurulmuştu. O gün hükümdarın kapısından zengin, yoksul hiç kimse geri çevrilmedi.

İbn Battuta – Bergama, Balıkesir, Bursa Güzergâhı

İbn Battuta’nın, 1333 yılında; Bergama, Balıkesir, Bursa Güzergâhında yaptığı yolculuğa dair gözlemleri şu şekildedir:

Bergama Hükümdarı

Şehrin hâkimi Yahşî Han’dır. Han sözü bunlar arasında sultan anlamına geliyor.
“Yahşî” ise güzel ve kaliteli demektir.

Buraya geldiğimiz zaman yayladaydı. Gelişimizi haber alınca bize yemek sundu.
“Kudusî”den yapılmış bir elbise gönderdi.

Sonra yolu göstersin diye bir kılavuz tuttuk, yüksek ve sarp dağları aşıp Balîkesrî’ye ulaştık.

Balıkesir

Şehir, kalabalık bir nüfusa, zengin ve şirin çarşılara sahip ama halkın Cuma namazlarını
kılacağı büyük bir câmii yok. Bu yüzden şehir dışında bir mabet inşa etmeye kalkışmışlar.
Duvarlarını örmüşlerse de henüz çatıyı örtememişler. Namazı orada kılmakta, ağaçların gölgesinde saf bağlamaktadırlar.

Şehrin ileri gelenlerinden Ahı Sinân’ın zaviyesinde konakladık. Şehrin kadılığını ve hatipliğini yapan
fıkıh bilgini Musa da bizi ziyaret etti.

Balîkesrî Sultanı

Adı Demûrhân’dır. Onda hayır yok. Bu şehri kuran da babasıdır. Bu meymenetsiz oğul zamanında
şehir gelişmiş ve nüfusu çoğalmıştır.

İnsanlar da hükümdarın dünya görüşünü takip ediyor. Onu gördüm. Bana ipekten mamul bir giysi gönderdi.
Bu şehirde Margalîta adında bir Rum cariye aldım.

Bursa

Sonra Bursa şehrine vardık. Burası muazzam bir şehir; çarşıları güzel, caddeleri geniş.
Bahçeler ve gür çaylar çeviriyor şehri.

Şehir dışında sıcak akan bir memba var; büyük bir göle dökülüyor. Onun üzerine iki hamam yapılmış; biri erkeklere, diğeri kadınlara ait. Hastalar uzak diyarlardan gelip bu kaplıcada şifa bulurlar.

Burada yolcuların konaklayacağı bir zaviye vardır; gelen üç gün kalır ve doyurulur.

Bursa Sultanı

Bursa’nın sultanı İhtiyâruddîn Urhân Bek’tir [=Orhan Bey]. Urhân, Sultan Osmancûk’un oğludur. “Cûk”, Türkçede küçük anlamına gelir.

Bu sultan, Türkmen hükümdarlarının mal, ülke ve askerce en büyüğüdür.

Onun kaleleri yüze yakındır. Vaktinin büyük bir kısmını buraları dolaşmakla geçirir. Her kalede bir müddet kalarak etrafı kolaçan etmek, eksikleri tamamlamakla uğraşır.

Anlatılanlara göre hiçbir şehirde bir aydan fazla oturmaz, devamlı kâfirlerle savaşır, onları kuşatırmış!

Zaten onun babası aldı Bursa’yı Rumların elinden. Onun kabri, şehir mescidinin kenarındadır. Burası eskiden Hristiyanların kilisesi imiş.

Anlatılanlara göre baba Osmancûk, Yeznîk [=İznik] şehrini yirmi sene kuşatmış,
fethedemeden vefat etmiş. Sonra oğlu kuşatmaya devam etmiş ve on iki yıl sonra fethetmiş.

Ben onunla burada karşılaştım. Bana, kese kese dirhem gönderdi.

Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı (Kitap Özeti)

(İlber ORTAYLI & İsmail KÜÇÜKKAYA)

1923’e Giden Yol

Türkler Hakkında

İlber Ortaylı, kitabın girişinde Türklerin tarihine değiniyor. Moğollardan etnik olarak farklı olduğumuzu, at göçebesi olduğumuzdan dolayı tarih boyunca çok askeri ve teşkilatçı olduğumuzu belirtiyor. Türklerin toplumsal özelliklerinden, mültecilere tarihte her zaman kucak açan bir millet olduğumuzdan bahsediyor. Bu kucak açmamızın, imparatorluk olabilmenin temel özelliği olduğunu belirtiyor.

Türklerin dünya tarihine katkısının sadece askerlik, idari mekanizma ve teşkilatlanma olmadığını; mimari alanda da katkılarımızın olduğunu ve bu mimari anlayışın yine askeri eserler ağırlıklı olduğundan bahsediyor. Türklerin yapılarının ana taşıyıcısının da Türkçe olduğunun altını çiziyor. Çünkü Türkler, ilim hayatında Farsça ve Arapça kullanılırken; devletin ve askerin dili her zaman Türkçe olarak kalıyor.

Osmanlının Mirası

Ortaylı, Osmanlı padişahı olan Abdülhamid’in Türk hakanı olarak anılmasını, Türk İmparatorluğu olarak bilinmemize dayandırıyor. Abdülhamid’in babası Sultan Abdülmecid’in, amcası Abdülaziz’in hayatlarına değiniyor. Ayrıca Abdülhamid devrine, onun kişiliğine detaylarıyla değiniyor.

İlber Ortaylı’nın özellikle belirttiği konu; bir imparatorluğun bakiyyesi üzerinde olduğumuz ve ona mirasçı olmamızdır. Bu yüzden sorumluluk sahibiyiz. Osmanlının bıraktığı kültürel ve dini miras başka ülkelerde yaşamaya devam ediyor. Bosna bu yüzden ezildi. Balkanlarda ve Ortadoğu’da Türk azınlıklarını korumak zorundayız. 

İlber Ortaylı’ya göre, Osmanlı İmparatorluğu ile Cumhuriyet arasında kültürel, siyasi, idari ve hukuki devamlılık çok devam etmektedir. Bununla birlikte ‘Türk çağdaşlaması’ olarak adlandırdığı cumhuriyetin ilk yıllarını Osmanlı’daki otokratik ve mekanik yapının devam ettirilmesi olarak değerlendiriyor ve siyasal araçların kullanımındaki sosyal mühendisliği benzeştiriyor.

İttihat ve Terakki Dönemi ve I. Dünya Savaşı

İlber Ortaylı, II. Abdülhamid istibdadına karşı ayaklanan ve hürriyet isteğiyle dağa çıkan genç subayların meşrutiyetin yolunu açmasından, Jön Türklerin başını çektiği İttihatçı örgütlenmeden bahsediyor. Daha sonrasında ise İttihatçıların hükümete katılışını, Balkan Savaşları ve Babıali Baskını sonrasında ise İttihatçıların hükümet kurmasını detaylarıyla ele alıyor. 

İttihat ve Terakki’nin, Almanların desteğiyle I. Dünya Savaşı’na girme isteği ve bu isteğe karşı olan kişilerin bulunduğunu öğreniyoruz. Bu kişiler arasında Mustafa Kemal de var. Enver Paşa ise savaşa girmek istemeyenlere karşı bir tutum sergiliyor. Mustafa Kemal savaşı öğrendiğinde “Enver’den bundan başkasını beklemezdim, Osmanlı bu savaştan sağ çıkamaz” diyor.

Ortaylı, I. Dünya Savaşı’nın ilerleyişinden, İttihak ve Terakki’nin savaşta ve bu dönemde aldığı kararlardan detaylarıyla bahsediyor. Kaybedilen savaşın ardından, 1918 yılında, İttihak ve Terakki’nin kendini feshetmesinden ve daha sonra 1920 yılında Türklere dayatılan ve Osmanlının imzaladığı Sevr Antlaşması’ndan bahsederek konuyu Milli Mücadeleye getiriyor.

Milli Mücadele Yılları

İlber Ortaylı, Milli Mücadele’de niçin Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ön plana çıktığından bahsediyor. Mustafa Kemal’in; Kâzım Karabekir, Refet Bele, Fevzi Çakmak’ın da içerisinde bulunduğu kuşak arasında neden ön plana çıktığını anlatıyor.

Mustafa Kemal’in bir Osmanlı subayı olarak, Hanedan’ın dikkatini çekmesinden, yalnızca onun Karadeniz (Pontus) bölgesindeki ayaklanmayı bastırabileceğinin düşünülmesinden bahsediyor. Mustafa Kemal’in, Mondros Mütarekesi zamanında Vahdeddin’den kendisini genelkurmay başkanı yapmasını istediğinden de söz ediyor. (s. 50)

Ortaylı, Mustafa Kemal’in başta İttihat ve Terakki cemiyetinde yer alıp, daha sonra çıkması ve İttihatçılardan uzak durmasından bahsediyor.

Milli Mücadele’yi, Ankara’da kurulan meclisi ve Ankara-İstanbul arası meydana gelen hadiseleri detaylarıyla anlatıyor.

Birinci Meclis ve Cumhuriyet’in Kuruluşu

İlber Ortaylı, bu bölümde 23 Nisan 1920’de açılan birinci meclisin nasıl bir meclis olduğunu tarif ediyor. Birinci mecliste yer alanlar içerisinde padişahçı olanlar, solcular ve ittihatçılar olduğunu aktarıyor.

Birinci meclisin 9 Nisan 1923’te niçin kendisini feshettiğinden bahsediyor. Ağustos 1923’te ise ikinci devre meclisin toplanmasını ve ilk olarak 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nı tasdik etmesini anlatıyor.

Ortaylı’nın, Ankara’da kurulan meclise dair tespitleri şu şekildedir:

… Ankara’da meclis kuruldu. Bu meclis, amacı ayrı bir devlet, ayrı bir hükümet kurmak olmayan, doğrudan doğruya Saltanat makanının hukukunu kurtaracak, onu koruyacak, İstanbul’daki şartların olumsuzluğu dolayısıyla Anadolu’yu seçmiş bir hükümetti.

İlber Ortaylı, birinci meclis için hükümeti görülmemiş ölçüde konvansiyonel, açık ve demokrat tanımlamasını yapıyor. Ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra artık ortada muhalefet kalmıyor. Öte yandan Cumhuriyet dönemin Avrupa’sına uyulduğunun göstergesidir. O dönem Avrupa’da İngiltere dışında demokrasi yoktur, her yerde kriz vardır.

Mustafa Kemal’in yanı sıra, mesai ve silah arkadaşlarının zihninde Cumhuriyet düşüncesinin ne zaman ortaya çıktığına değiniyor. Mustafa Kemal’in 18 Mayıs 1919’da, Samsun’a çıkmadan önce, İstanbul’da Bekir Ağa Bölüğü’ndeki tutuklu arkadaşlarını ziyaretinde onlara Cumhuriyet’i kurmaktan bahsetmiş olması oldukça dikkat çekicidir. (s. 63)

İlber Ortaylı, Atatürk için kafasında tam manasıyla Jean-Jacques Rousseau tipi bir cumhuriyet olduğunu ve 1924 Anayasası ile de bunu gerçekleştirdiğini söylüyor.

Ortaylı’nın, tartışmaları günümüze kadar süren Lozan Antlaşması hakkındaki görüşleri şu şekildedir:

… Lozan’a bugün zafer diyenler de, hezimet diyenler de var. Fakat Lozan bir uzlaşmadır. Harpten yeni çıkmış bir millet olarak, çok korkunç olan eski antlaşmayı kabul etmiyoruz. Buna karşı Musul’un kaybedildiğini söylüyorlar ama zaten Misak-ı Milli’nin sınırları 1912’den beri tam belli değil. 10 senedir savaşan bir ordu var.

Ortaylı’nın, Misak-ı Milli sınırları hakkındaki görüşleri şu şekildedir:

 … Misak-ı Milli sınırları tam belli değildir. Ama bugünkü Türkiye olmadığı bellidir. Mesela kısmen Halep’ten geçer, hakikaten Musul’dan geçer. Çünkü mütareke anında bizim ordumuz zaten oradaydı. Oradan itilmemiz sonradan mütareke ahkamının ihlaline dayanıyor. Bu hukuki midir? Değildir. Fiilidir.

Ortaylı’nın; Musul, Halep, Batı Trakya ve Adalar için yapılan eleştirilere cevabı şu şekildedir:

… O günün şartlarını düşünün. Memleketi zor kurtardık, Halep’i nasıl alacaksınız? Rumeli konusu da var. Herhalde Atatürk’ün ve Cumhuriyet’i kuranların çok istediği bir şeydi bu. Çünkü bunların büyük çoğunluğu Rumeli çocuğudur. Batı Trakya’yı, bugünkü Selanik’i nasıl isterlerdi. Neden istemesinler?

 … Adaları Yunanistan’dan neden niye alamadık? Çünkü alamazdık. Hangi donanmayla yapabilirdik? Maalesef askeri harekatın şartlarını bilmeyen hep böyle derler. ‘İkinci cihan harbi sırasında Almanlar bize Oniki Adalar’ı bırakıyorlarmış, almamışız.’ Bıraktıkları doğru, bizim de almadığımız doğru. Alsak ne olacaktı? Kaç gün kalacaktı elde? Almanların müttefiki durumuna gelir, faşist bir hükümet damgası yerdik. O günlerde bizi faşizmden kim kurtaracaktı?

İlber Ortaylı’ya göre Mustafa Kemal’in Lozan’a İnönü’yü göndermesinin sebebi ona en yakın kişi olmasıdır. İnönü dışındaki isimler kendini bir şey zannedecektir. Buna örnek olarak da Rıza Nur’u ve hatıratında yazdıklarını gösteriyor.

Mustafa Kemal Atatürk

İlber Ortaylı, “Türkiye Mareşali” diyerek giriş yaptığı Mustafa Kemal Atatürk bölümünde ilk olarak Atatürk’ün büyüklüğünün sırrından, onu dünya tarihinde özel kılan özelliklerden bahsediyor. (s. 73)

İlber Ortaylı, Atatürk’ün, bulunduğu ortamda kendisini ayıran kişisel bir dehaya sahip olduğunu belirtirken. Onu; olumlu düşünceli, biraz sert karakterli, kararlı ve doğuştan bir komutan ve her zaman sorumluluğu ve ağır yükü üzerine almak isteyen bir kişilik olarak tanımlıyor. Atatürk’ün gerektiği yerde cesur ve atak olması ve yine gerektiği yerde temkinli olmasının sebeplerini anlatıyor

İlber Ortaylı, Mustafa Kemal’in kararlılığına şöyle bir örnek veriyor:

…Kararı çok çabuk veriyor. “Biz harf devrimini üç ayda yaparız” diyor. İsmet Paşa “Aman Paşam olur mu” diyor. Görünüşte haklıdır da. “Lütfen biraz uzatalım” diyor. “Hayır, üç ayda ya biter, ya konu biter”. Kararlıdır. Ondan sonra yapıldı. … Harf inkılabı yapıldığında Atatürk 48 yaşındadır. Bu yaştaki bir kişi, alıştığı Osmanlı Türkçesini ve kullandığı Arap harflerini birden bire terk ediyor.

Çöküş süreci yaşayan bir imparatorlukta, bir Osmanlı Paşası olarak, Cumhuriyet’in kurucusu bir lidere dönüşmesini ele alıyor. Atatürk’ün etkilendiği kişilerden, çevresinden ve Selanik’ten bahsediyor:

… Selanik’te, İstanbul’da olmayan liberal bir hava var. Atatürk orada yetişiyor. Nasıl yetiştiğine bakmak lazım. Okuyorlar, insanlar birbirlerini tanıyorlar. Sivil asker beraber ve ilişkileri çok yakın. Bu nokta çok önemli bir farklılıktır. Kendisini yetiştirmiş. Fransızca metinler okuduğu çok belli.

İlber Ortaylı, ayrıca, Atatürk’ün tarih şuurundan bahsediyor. Atatürk, Leon Caetani’nin dokuz ciltlik “İslâm Tarihi” adlı eserini okurken “Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.” sözünü mavi kalemle çiziyor ve iki defa çarpı işareti koyuyor. Tarih için söylediği sözlere de dikkat çekiyor: “Tarih yazmak, yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmaz ise değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak mahiyet alır.”

Atatürk’ün yaptığı tüm işlerde ve uyguladığı reformlarda daima meşruiyet zeminini araması, eğer yoksa bu zemini oluşturması; hukuka daima saygılı olması; asker-sivil ayrımına önem vermesi ve bunun gereği olarak ordunun politize edilmemesi, subayların politikaya karışmaması ilkesini savunması İlber Ortaylı’nın Atatürk hakkında dikkat çekilmesini istediği diğer özelliklerdir. Ortaylı, Atatürk’ün stratejilerini de çeşitli başlıklarda ele almıştır.

Ortaylı, Atatürk’ün özel yaşamının konuşulması hakkında şöyle diyor:

 … Böylesi büyük liderlerin özel hayatlarını bilen bilmeyen konuşamaz. Türkler zaten tarihte ehemle mühimi birbirine karıştırırlar. Tarihçi olmayan milletlerin en büyük vasfı, tarih yazımında ehemle mühimi birbirinden ayırt edememektir.

İlber Ortaylı’ya göre Atatürk’ün hasta olduğu dönemlere ait fotoğraflarının asılması iyi değildir. Kullanılması gereken fotoğraflar kalpaklı, müşir üniformalı fotoğraflarıdır.

Evliliği hakkında ise yorumu (Latife Hanım’dan bahsediyor):

…Dışarıda reprezentasyon yok. Balo yok, resmi kabul de yok. Atatürk ve arkadaşları bundan rahatsız. Atatürk istiyor ki temsil kabiliyeti olan kültürlü bir hanım olsun; yabancı dilleri bilen, Avrupa’da okumuş, diplomalı… Lakin maalesef Latife Hanım’ın, Türkiye Mareşali’nin ve kurucu Reisicumhur’un yanında olabilecek, onu temsil edebilecek yeteneği bulunduğu kanısında değilim. O dengeyi, o virtüöziteyi tutturamıyor. Atatürk’e üzüntü vermiş ve bir an evvel gitmiş.

… Latife Hanım yurt gezisinde, istasyonda vagonun penceresinden “Kemal” diye bağırıyor. Böyle bir tavır kabul edilemez. Büyük bir adamın, bir Türkiye Mareşali’nin eşi olmak 1920’lerde bugünkü alışkanlıklarımızın ve tasavvurumuzun ötesinde olmalıdır.

İsmet İnönü Dönemi

“İkinci Adam” başlığıyla, Atatürk’ten sonraki İnönü dönemine başlıyor İlber Ortaylı. İsmet Paşa’nın genel manada Atatürk ile uyuşan bir profili olduğunu belirtiyor. Ama bunun ötesinde de muhafazakar ve çekingen davranış sergilemiştir. Antikomünist tarafı olmasına rağmen Sovyetlerle hep iyi geçinmiş, gerilimi örtmeyi tercih etmiştir. Bazı konularda Atatürk’ü anlamadığından, mirasına gerektiği gibi sahip çıkmadığından bahsetmiştir. 

Atatürk’ün vefatının hemen ardından, rakibi Şükrü Kaya karşısında, Fevzi Çakmak’ın desteğiyle Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 

İlber Ortaylı, İnönü’nün başbakanlık dönemlerinde Atatürk’e tesir eden olaylara, bazen İnönü yerine Celâl Bayar’ı tercih etmesi gibi konulara yer vermiştir.

İnönü’nün ikinci adam olması tanımını yapmış, kişisel özelliklerine değinmiştir. Atatürk döneminde denemesi yapılan çok partili hayata geçiş; İnönü döneminde, CHP içerisinden Demokrat Parti’nin doğmasıyla kalıcı hale gelmiştir.

Adnan Menderes Dönemi

Cumhuriyet’in En Parlak Dönemi Mi?

İlber Ortaylı,  Atatürk sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nin en parlak dönemi olarak anılan bu dönem için herkesin farklı bir bakış açısına sahip olduğu ifadesini kullanıyor. Demokrat Parti’nin, Türkiye’yi yeniden inşa etmek istediğini ancak birtakım sağlıklı yönlerini de gereksizce tahrip ettiğini belirtiyor.

Ekonomik Gelişmenin Nedeni

II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi olduğuna dikkat çekiyor. İnönü döneminde, savaşta olan ülkelerden ithalat yapılamaması, sanayinin kalkınmasını olumsuz etkiliyor. İhracatın da yalnızca ham maddelere yönelik olması, halkın çoğunluğu kırsalda yaşayan Türkiye’yi savaşta olmamasına rağmen çok zor durumda bırakmıştır. Devletin yavaş yavaş parasının olmaya başlaması, 1938 yılında kurulan Toprak Mahsulleri Ofisi’nin garantisi ile köylünün artık para kazanıyor olması, ekonomik refah seviyesinde artışa neden olmuştur.

Savaş zamanında ithalatın durması ve ham madde ihracatı sayesinde döviz rezervlerinde artış meydana gelmiştir. Bu döviz rezervi birikimi, Adnan Menderes döneminden önce, İsmet Paşa zamanında gerçekleşmiştir. Bu birikim,  Adnan Menderes döneminde kullanılmaya başlanmış, harcamaların akıllıca yatırımlara kazandırılması, muhalefet konumundaki CHP tarafından tenkit edilmiştir.

Gericilik Var Mıydı?

Ortaylı’ya göre, gericilik bu dönemde de vardı. Böyle bir arayış her zaman vardır. Örneğin, bu dönemde de bir takım gruplar tarafından kolsuz elbise ile geçen hanımlara ustura ile saldırılmış, Atatürk heykellerinin kolları baltayla kırılmıştır. DP hükümeti tarafından, derhal hepsi içeri alınmak üzere operasyonlar başlatılmıştır. 

Rusya tehlikesi ise sembollerle abartılmakta, solcu ve komünist avı yapılmaktaydı. Bu uygulamayı CHP zihniyeti olarak atfeden Ortaylı, DP’nin de CHP içerisinden doğmuş bir parti olduğunu vurgulamaktadır. 

DP’li birisi camilerin az olduğundan dem vururken, bir yandan da İstanbul’da, Vatan Caddesi’nde, Mimar Sinan eseri camiler yıkılıvermiştir. DP’nin milli tarihe ve sanata olan saygısı da düşüktür.

Ekonomik ve Toplumsal Yapı

Ara bir zümreden bahsediyor Ortaylı; devletin önüne geçip “biz devletiz” diyerek halka kafa tutan, halkın önüne geçip “biz halkız” diyerek devlete kafa tutan bir zümre. Bu DP devrinde hakikaten olmuştur ama şimdi AKP döneminde de var, ondan öncekilerde de vardır, CHP döneminde de vardı.

Anadolu’nun girişimci sınıfından bahseden Ortaylı, Anadolu’da en fazla salça fabrikasının kurulduğundan, üretim olarak da İstanbul’daki fabrikalardan alınan salçaların, domates suyuna dönüştürüldüğünden bahsediyor. Türkiye’deki mühendisliğin ise patentini yabancı olan bir sanayide, niteliği düşük plastik ürünlerin imalatında istihdam edildiğinden bahsediyor. 

O yıllarda Türkiye kasabalar ve köylerden oluşuyordu. Dünyaya açık yaşamı 1-2 sanayici tüccar aile sürdürmeye çalışıyordu. 1950’lerde dünya değişti. Türkiye de değişti. Traktör, kırsal bölgeyi alt üst etti. Geleneksel köy ağalığı, yerini çiftlik zenginliğine terk etti.

Dış Politika

İlber Ortaylı, dış politikada Menderes ve İnönü’yü farklı yere koymuyor. NATO konusunda, Sovyetler karşıtı olma konusunda; bırakın CHP ile DP’yi, bütün Türkiye hemfikirdi. 

Eğitim

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada hızlı bir kalkınma yaşandı. Savaş sırasında, ABD’ye mesleğinde uzman kişiler ve varlıklı insanlar göç ettiler. Biz de ABD ile yakın ilişkiler kurduk, anlaşmalar yaptık. İktisadi teşvikler ve yatırımlar gerçekleşti. Biraz sermayesi olan kişiler, ne yapıp edip çocuklarını Robert Kolej’e, Saint Benoit Fransız Lisesi’ne, İtalyan Lisesi’ne veya  Alman okullarına gönderdi. Çünkü yabancı dil bilmek çok gerekliydi. Dış ülkelerle iş yapan şirketlerde, tek vasfı sadece yabancı dil bilmek olan personel dahi çok önemliydi.

Adnan Menderes Nerede Hata Yaptı?

İlber Ortaylı, Adnan Menderes’i zeki birisi olarak nitelendiriyor. Sadece kendi fikri olmadığını, bazı CHP’lilerin de “gayet aklı başında bir genç” olarak kendisinden bahsettiğini belirtiyor. Atatürk’ü dahi etkilemesinden söz ediyor. Bu durum kendisinde bir karizma oluşturuyor. Ancak Menderes, zaman geçtikçe değişime uğruyor. 

(…) Kendisi hakkında çok çabuk hükmü edilen “yanılmazlığın ve ilahi seçimin” gerçekliğine ve devam edeceğine, şark toplumlarındaki ekseri politikacılar gibi inanmasıdır.”

(…) Bu akıllı adam zaman içinde değişti. “İstanbul’un trafik problemini halledeceğim” diyerek beş tane ‘Sinan Mescidi’ yıktı. Bu dünyada  tane ‘Sinan Mescidi’ yıkacak bir şehirli görmüyorum ben. Böyle bir şeyi ne Parisli, ne Londralı yapar; hatta Berlinli böyle bir durumda savaş çıkarır.

diyerek, daha birçok yıkımdan ve kendisini 1960 darbesiyle karşı karşıya getirecek uygulamalardan söz ediyor. İlber Ortaylı, Yassıada Mahkemelerinin hukuk tarihimize menfi bir hadise olarak geçtiğini ve hukukçu yetiştiremediğimiz sürece bu menfi hadiselerin tekrarlayabileceğini söylüyor.

DP Döneminden Günümüze Kadar İşleyen Süreç

1961 Anayasası

İlber Ortaylı’ya göre, 27 Mayıs hareketinin yapısına uygundu. DP’liler hariç, herkes kurucu meclisteydi. Anayasa tartışılmadan ya da dayatma ile geçmemiştir. 1961 Anayasası; SBF, Hukuk ve Yargıtay çevrelerinin görüş birliğinin hakim olduğu, geniş bir grubun uzunca tartıştığı ve Kurucu Meclis’e hakim olarak yön verdiği bir yasama faaliyetidir.

61 Anayasası müthiş bir örgütlenme, müthiş bir eleştiri serbestisi getirmiştir. Eski solcular ortaya çıkıp yazı yazmaya, konuşabilmeye başladılar. Örgütlenebildiler. Sendikalar kuruldu ki bu çok önemlidir.

Ortaylı, 1960 darbesinden sonra üniversitelerde cereyan eden ve bazı profesörlerin işlerinden çıkarılmasına neden olan 147’likler meselesinin detaylarına değinmiştir. 

Dönemin Siyasi Liderleri

İlber Ortaylı, Adalet Partisi ve DYP ile devam eden DP geleneğinden söz etmeye Süleyman Demirel ile başlıyor. Menderes’ten sonra Demirel’in iktidara gelmesine değiniyor. Kendisinin inanılmaz zeki, korkunç bir hafızaya sahip bir mühendis olması (İTÜ Yüksek İnşaat Mühendisi) ve Isparta’nın bir köyünden çıkmış olması, Anadolu insanı için övünç kaynağı olmuştur. Artık Aydınlı toprak ağasından sonra Ispartalı bir köylü çocuğu iktidardadır.

Cumhurbaşkanlığı öncesinde, DSİ genel müdürüyken, Adnan Menderes öncülüğüyle yaptığı barajlar sayesinde “Barajların Kralı” ünvanını aldı. Bu barajlar, Türkiye’nin ziraatine ilk nefesi veren, Anadolu’ya ilk elektrik üreten barajlardır.

Demirel’in farklı bir davranış tarzı vardı. Bazen insanların bilmediği kadar lügatlı bir Türkçe konuşur, bazen de “eyisiniz” diyerek halk ağzıyla konuşur. Kendisine yapılan eleştirileri ve şakaları kabul ederdi. Nitekim, ulusun Cumhurbaşkanı rolünü de iyi oynadı. Baba figürü, bugün dahi sempatik bir şekilde anılıyor. Başkaları gibi halka inmeye, halkı keşfetmesine gerek yoktu.

Ortaylı, Necmettin Erbakan’dan bahsederken; Türkiye siyasetindeki yeri, milli görüş geleneğinin hayali ve İslâm birliği kurma hedeflerine de değiniyor. Erbakan’ın zeki ve hızlı düşünmesine dikkat çekerken, düşüncelerinin çıkmazda olduğundan ve özlemlerin her zaman realiteyle bağdaşmayacağından dem vuruyor.

Bülent Ecevit (Karaoğlan) hakkındaki düşünceleri ise şöyle:

Ecevit’in kendine özgü bir karizması vardı. Bazı saldırılarda, talihsiz olaylarda adam yara almıyor. (mecazen) Çok namuslu olduğu için yara almıyor… Ecevit’in kabahatı ise iyi adam tanımamaktır. Listeye ve makama iyi adam koyamazdı. Ecevit noktası, virgülüne iyi konuşurdu. Robert Kolej’in yetiştirdiği en has Türkiye tipi adamdır. Ayrıca Ecevit, çok iyi bir çalışma bakanıdır. Hazırlattığı ve müdahale ettiği kanunların ne kadar mükemmel olduğunu bugünkü iş hukukçuları da söyler.

Demirel ve Ecevit, birbirleriyle sert kapışırlardı ama vatandaş ile ilişkide efendi tipli devlet adamlarıydılar.

İlber Ortaylı, Alparslan Türkeş ile başlayan milliyetçi kanaldan da söz ediyor. Devamlı bir yüz yüze eğitim ve teşkilatlanma yolu seçtiklerinden bahsediyor. Bunun dar kadro milliyetçiliği olduğundan bahsederken, kitleye hitap eden ve yol açan bir parlamenter metot olmadığına dikkat çekiyor. Bu durumun hâlâ değişmediğini de sözlerine ekliyor.

Geriye Kalanı Özetleyecek Olursak;

İlerleyen süreçlerde; 1968 kuşağına, Kıbrıs Barış Harekatına, 1980 öncesi tırmanan sokak gösterilerine ve nihai olarak meydana gelen 12 Eylül 1980 darbesi ve nedenlerine değinmektedir.

Son olarak da 1982 Anayasası sonrası Özal’lı yıllara, Özal’dan Recep Tayyip Erdoğan’a ilerlerken Türkiye’nin doksanlarına, detaylarıyla değiniyor. 2023’e yaklaşırken, gelecek ile ilgili düşüncelerini bizlerle paylaşmayı da ihmal etmiyor…

İbn Battuta – Anadolu’ya Açılış

(1330-1331)

Anadolu’ya deniz yoluyla ulaşması

Lâzkıye’de Martelmîn adlı bir Cenevizlinin büyük “korkora”sına [=ticaret gemisi] binerek “Türk ülkesi”ne yöneldik.

Burası Rum diyarı diye de bilinir. Çünkü eskiden Rumlarınmış. Rumlar ve Yunanlılar asıl ahalidendir. Müslümanlar orayı İslâma açtılar. Şu anda Müslüman Türkmenlerin idaresi altında yaşayan bir hayli Hristiyan vardır bu ülkede. Elverişli bir rüzgârla on günlük seyahatten sonra Anadolu’nun ilk şehri olan Alâyâ’ya [=Alaiye=Alanya] ulaştık. Yolculuğumuz sona erince gemi sahibi bizden “navl” [=navlun, ücret] almadı. İkramından saydı bu yolculuğu…


Dünyanın en güzel memleketi ve en güzel insanları…

Rum diyarı diye bilinen bu ülke, dünyanın belki en güzel memleketi! Allah Teâlâ güzellikleri öbür ülkelere ayrı ayrı dağıtırken burada hepsini bir araya toplamış! Dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı burada yaşar ve en leziz yemekler de burada pişer. Allah Teâlâ’nın yarattığı kullar içinde en şefkatli olanlar buranın halkıdır. Bu yüzden şöyle denilir: “Bolluk ve bereket Şam diyarında, sevgi ve merhamet ise Rum’da!” Bu kelimeyle buranın halkı kastolunuyor.

Anadolu’ya geldiğimizde hangi zaviyeye gidersek gidelim büyük alâka gördük. Komşularımız, kadın ya da erkek bize ikramda bulunmaktan geri durmuyorlardı. Burada kadınlar yüzlerini örtmezler. Yola çıkacağımız zaman akraba ya da ev halkındanmışçasına bizimle vedalaşırlar; üzüntülerini gözyaşı dökerek belli ederlerdi. Buranın âdeti gereğince ekmek haftada bir gün pişirilir, öteki günlere yetecek kadar! Ekmek günü, erkekler sıcak ekmekler ve nefis yemeklerle çevremizi doldurur, şöyle derlerdi: “Bunları size kadınlar gönderdi, sizden hayır dua bekliyorlar!”

İnanış ve yaşam biçimi

Halk, İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin mezhebindendir. Hak Teâlâ ondan razı olsun. Hepsi Ehl-i Sünnet’tir. Aralarında ne Kaderî ne Râfıdî [=Râfizî] ne Mu’tezilî ne Hâricî ne de başka bir sapkın bulunmaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır. Ama haşîş [=esrar] yemekten çekinmiyorlar!

14. yüzyılda Alanya (Alaiye)

Demin de belirttiğimiz gibi Alanya deniz kıyısında bir şehirdir, ahalisi tümüyle Türkmenlerden oluşuyor. Kahire, İskenderiye ve Suriye tüccarları bu şehre gelip alışveriş ederler. Kerestesi bol olduğu için buradan yüklenen balyalar İskenderiye, Dimyat ve öteki Mısır limanlarına gönderilir. Şehrin üst tarafında gayet sağlam ve sarp bir kale var. Ulu sultan Alâeddîn [Keykubat] Rûmî tarafından yapılmıştır. Bu şehirde belde kadısı Celâleddîn Erzincânî ile tanıştım. Cuma günü benimle beraber kaleye çıkarak namaz kıldı. Bana ikramda bulundu ve ziyafet verdi. Bir de Şemseddîn b. Recîhânî diye bir adamın misafiri oldum. Bunun büyük babası Alâeddîn [=İbn Köyük], siyahların yaşadığı Mâllî ülkesinde vefat etmiştir.